info@utkvakfi.org

ekmek ile su gibiyiz

11 Aralık 2025 Haber mukayali

Erdal ÖZYOL

Anadolu’nun doğasını, tarihini, insanının mertçe ve cesaretli duruşunu destanlaştıran, yalın ve tok sözlü şiiri, toplumcu şiirin özgün bir kolu olarak değerlendirmiş olan Ahmet Arif, Nazım Hikmet’in açtığı yolda yürümüş ve ondan aldığı şiirselliği, bir anadolu duyarlığı ve özlemiyle genişletmiş ve büyütmüştür. Pir Sultan Abdal’dan Şeyh Bedrettin’e onurlu ve yürekli duruşu destanımsı vurgular eşliğinde şiirlerinde buluşturmuştur. Yaşı olmayan bir doğayı, türkülerle insancıllaşmış bir yiğitlik tavrını evrenselleştirmiştir. Ahmet Arif’in şiirleri çoğunlukla türkülere dayanır gibi gözükse de halk kaynağının olanaklarını türkülerin ötesinde aramıştır.

Yalnız bu kadar da değil, 

Yarin hayâli gibi üstelik 

Nazlıdır, 

Usuldur, 

İnce, 

Bilgedir, 

Biz ki, ustasıyız 

Vatan sevmenin 

Umut, saklımızda ölümsüz bayrak 

Şiiri: “Biz ki ustasıyız vatan sevmenin” diyerek, anadolu insanının samimi duygularıyla vatana olan bağlılığını ve karşılıksız vatan sevmekteki basiretini, ferasetini gözler önüne seren Ahmet ARİF gibi…

Kalemini yalnız bir sanat vasıtası olarak değil, aynı zamanda bir milli-sosyal mücadele vasıtası olarak kullanan ve Türk halkına milli benliğini ve kendi değerlerini tanıtan; ona hürriyet aşkı veren ve bu toprakların insanlarına, bilhassa atalarımızın kanıyla yoğrulmuş vatan toprakları uğrunda şuurla can verebilir bir seviyede sevdiren, Türkiye’de ilk defa, vatan şairi diye şöhret kazanan Namık Kemal, Tanzimat devri Türkiye’sinde bir fikir ve sanat inkılapçısı olarak tanınmış ve kendisine bir milli kahraman gözüyle bakılmıştır. 

Cümlemizin vâlidemizdir vatan,

Herkesi lûtfuyla odur besleyen;

Bastı adû göğsüne biz sağ iken,

Arş yiğitler, vatan imdâdına!

“Vatan Türküsü” şiiriyle vatan sevgisini milletin kalbine, gönlüne, yüreğine ilmik ilmik işlemek suretiyle vatana olan bağlılığını ve duyarlılığını haykırışlarıyla dillendiren Namık KEMAL gibi… 

Dilimizin zengin ses özelliklerine uyum sağlayan serbest yazı tarzına yönelerek şiirlerinin büyük bölümünde destansı bir hava yakalamış, bazen de anlatım tarzı olarak, doğruca destana yönelmiştir. 

Nâzım Hikmet, Cumhuriyet dönemi şiirinin değer yargılarını kökünden sarsmıştır. Türk şiirinde göze batan, biçimsel devrimi yapmıştır. Şairin,  duygusallığı ile vatan sevgisinin, hem yaşayış,  hem uygulayış hem de inanış tarzında anlatan iyi bir örnek olan: 

İnsan olan vatanını satar mı? 

Suyun içip ekmeğini yediniz. 

Dünyada vatandan aziz şey var mı? 

Beyler bu vatana nasıl kıydınız? 

 “Bu Vatana Nasıl kıydılar?” şiirinde, vatanını satan yüzsüzlerin suratına kalemiyle şamar atmayı vatan hasretiyle yanıp tutuşurken dahi onurlu duruşundan bir şey kaybetmeden yüksek sesle dillendiren Nazım Hikmet gibi… 

Çağdaş Türk şiirinin mistik şairi olan Necip Fazıl Kısakürek, halk şiirinin biçim ve öz yapısından faydalanmıştır. Şiirlerine batılı, çağdaş bir özellik kazandırmış; sonraları şiirlerinde dinsel temalara ağırlık vermiştir. Necip Fazıl: “Duygu ve düşünce harmanlanıp şiir kalıbında, sanat kaygısıyla dillendirilmelidir.” diyerek, serbest şiire olan mesafesini korumuştur.  Duygularını farklı biçimde yansıtışı, değişik benzetmeler kullanarak şiirlerini renklendirmesiyle edebiyat dünyamızda ayrı bir yeri olmuştur.

Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur. 

Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük? 

Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük! …

Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya! 

Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

“Sakarya Türküsü” ile vatan toprağına bağlılığını, insanın suya özlemi gibi, hasreti gibi, saygısı gibi özdeşleştiren Necip Fazıl Kısakürek gibi… 

Dört büyük ustanın, dört büyük şairin birbirlerinden uzaklaşmadan uzlaştıkları en büyük ve en önemli payda, kutsal vatan toprağına olan aşk, derinden gelen muhabbet ve vatana olan samimi bağlılık değil miydi? 

Vatanı yürekten sevmek, vatanın kutsallığına inanmak, vatan toprağında yaşayan bütün zenginlikleri, bütün renkleri ayrım yapmadan, ön yargılardan arınmış şekilde kabullenmekten geçer. Bu yaklaşım tarzı muhakkak ki vatanı ilelebet yaşatacak olan felsefi duruşun temelini oluşturur.

Bu topraklar üzerinde yeşermiş ve yeşerecek olan değerlerimiz için hamasetten, manipülasyondan, provokasyondan uzak bir jargon geliştirmek; hümanist yönümüzü güçlendirecek olan aklı, sağduyuyu, barışı, kardeşliği ön plana çıkaracak, insanlığın ortak buluşma paydaları büyüyecek ve memleketimizin dört bir yanı çiçek tarlasına dönecektir.

Önemli olan yaşadığımız dünyada güzel bir iz bırakmaktır.

Mevlana’ya Selçuklu İmparatoru: “Sizinle benim aramdaki fark nedir?” diye sorar.

Mevlana’nın cevabı manidardır: “Sizin imparatorluğunuz ölünce biter, benim imparatorluğum ölünce başlar.”

Görüldüğü üzere zaman Mevlana’yı haklı çıkarmıştır.

Mevlana Celalettin Rumi’nin, Selçuklu İmparatoru ile arasında geçen diyalog aslında tüm yaşamımızın özeti gibidir.

Yaşama dair değer yargılarımızı belirli kalıplar arasına sıkıştırmak, ideolojilerimizi oluşturan etmenleri sorgulamadan tamamıyla üstünkörü ve sadece aidiyet duygumuzu ön plana çıkararak kabullenmenin ortaya çıkaracağı sonuç, eğer evrensel normlara göre istenmeyen bir netice ise, sadece yaşanan bu olumsuz süreç ile ilgili katkı ve pay sahibi olmadığımızı avazımız çıktığı kadar haykırmanın kime ne faydası vardır?

Bu yaman çelişkiler sarmalı neredeyse nabız atışlarımızı dahi kontrol altına almamış mıdır?

Hayatımızı, yaşadığımız dünyayı, kuyunun dibindeki kurbağa gibi; kuyu ağzı kadar görmek, demir kapı ve kör pencerenin içine hapsolmuş düşüncelerimizin günübirlik ziyaretine gitmek, hem düşüncelerimizi hem de benliğimizi yalnızlaştırmaz mı?

Bir ırmak gibi akıp giden yaşamımızda şu ana kadar söylenen sözlerin özünde; ülkemizdeki kültürel, doğal, geleneksel, etnik vs. zenginliklerin tıpkı canlılara besin kaynağı olan birer ekmek ve su gibi yaşamsal öneme sahip varlıklar olduğunu ne zaman fark edeceğiz serzenişinin tınısı vardır. 

Toplum olarak sosyal alanlarda insanları katagorize etmek adına önce çeşitli adlandırmaların şemsiyesi altına koymak suretiyle profesyonel bir şekilde girizgah yapmak ve devamında insanlığın doğasıyla pekte örtüşmeyen yakıştırmalarda bulunmak için işin mühendisliğine soyunan kişi ve kurumların gün geçtikçe çoğaldığını biliyoruz ve görüyoruz. Çıkar ve menfaat grupları insanlığın yararına olan üretkenliklere kafa yormak ve alın teri dökmek yerine böyle kestirme işlerle kolay yaşamın anahtarlarını ellerinde tutmaya çalışıyor olmaları toplum yararına duyarlılıkları olan insanları derinden üzmektedir.

Toplumu oluşturan insanların sosyal, kültürel ve eğitimsel ve inançsal yaklaşım alanlardaki farklılıkları, insanların ortak paydalarının yanında gözle görülmeyecek kadar mikrobiyal canlılar kadardır. Esas olan bizi bir arada tutan değerleri savunmak adına cesaretimizi toplamak suretiyle sesimizi yükseltebilmeyi başarabilmektir. Ortak paydaları büyütmek ve bu paydalarda buluşmak toplumun bütün katmanlarının hep birlikte ekmek ile su gibi birbiriyle bütünleştiğinin en önemli göstergesi olacaktır.

Sürecin başarıya ulaşması 3S kuralının tatbiki ile mümkündür. Bunlar: sevgi, saygı ve sabırdır. Toplum olmayı, sabırlı olmayı öğrenmenin yanında birbirimize sevgi ile yaklaşmayı becerebildiğimiz sürece, bizi hayata bağlayan ekmek ve suya duyduğumuz saygı, sosyal ve siyasal yaşam alanlarında kendini gösterecektir.